2008 krizi ve sonrasındaki para politikalarıyla toparlanma çalışmalarının etkisini günümüzde daha net hissetmeye başladık. Özellikle gelişmiş ülkeler grubunda, özel sektör ve hane halkının borçlarını üstlenen devletlerin, büyüme ve borçluluk seviyesinin sürdürülebilmesi sarmalında pek de başarılı olamadıkları görülmektedir. Küresel büyümenin ve yaratılan ticaret hacminin dinamosu konumundaki Çin, ABD, Avro Bölgesi (AB) ve Japonya’nın merkez bankalarının sıfır seviyesine ve hatta negatife çekilen faiz seviyeleri ile ekonomiyi canlandırma çalışmaları ile etkisiz kalan ve borçlanma sınırlarını zorlayan mali destek politikaları bir türlü küresel toparlanmada arzu edilen momentumun oluşması konusunda istenilen çözümleri üretememektedir.
Bir başka konu da olayın sosyal boyutudur. Bir başka deyişle gelir adaletsizliğinin artması (Gini katsayısı gelişimi), sabit gelirlilerin düşen enflasyonla birlikte alım güçlerinin kısıtlanması yanında, üst gelir seviyesindekilerin hisse senetleri ve sabit getirili yatırım ürünleri üzerinden sahip oldukları varlıkların değerlerini artırmaya devam etmesi, zaten var olan gelir uçurumunun daha da açılmasına sebep olmaktadır. Ekonomilerin büyümesinin temeli olan orta sınıfın daralması ve demografik sebepler, para ve mali politikaların kaldıraç etkisini sınırlamaktadır. Ekonomi tarihi, benzer tarzdaki bunalımlardan ve / veya depresyonlardan çıkışta belli reçeteler sunmakta.
Aslında reçete basit olmasına rağmen, ekonomilerin dinamiklerindeki farklılıklar, merkez bankalarının yaklaşımı, siyasi yapı ve otorite değişimleri gibi hususlar efektif, zamanında ve koordineli çözüm üretmede aksamalara sebebiyet veriyor. Bu tipteki benzer 1929 buhranında, günümüzdeki gibi faizler sıfır seviyesine çekilmiş ve para politikasıyla özel sektör ve hane halkının harcamaya yeniden yöneltilmesi amaçlanmıştır. Bir diğer konu ise enflasyonun %2 seviyelerinde olması gerektiği konusunda hemfikir olunmasıdır. Enflasyon bu orana göre ayarlanmaya çalışılmakta ve uzun vadeli seyredebilecek bir enflasyonun varlık değerlerini yok edici özelliğinden kaçınılacak şekilde enflasyon seviyesine karşı hassas ve önleyici katı tutum devam ettirilmektedir. Enflasyonu kısa vadede yaratmaktan çekinerek, uzun vadede düşecek olan fiyat seviyesine kapı açmak gibi bir politika güdülmek istenmektedir. Kısa vadede enflasyonun senyoraj etkisiyle borç dinamikleri suni olarak hafifletilebilir. Ancak gelişmiş ülke merkez bankasındaki yıllanmış ekonomistler için bu bir alternatif olarak görülmemektedir. 1929 ekonomik buhranının sonuçlarını gözlemleyememiştik. 1933 sonrası yükselen Nazi hareketi ve Avrupa’yı savaşa taşıyan gelişmelerden ötürü, günümüzde benzer durum ve politikaların sonuçlarını birlikte değerlendirmeye çalışacağız.
2015 senesine geldiğimizde gelişmiş ekonomilerdeki sıfır ve negatif seviyelerindeki genişleyici ve destekleyici para politikaları devam etmektedir. Bu sayede ekonomideki geçişkenlik etkisiyle yaratılan likiditenin özel sektöre ve dolayısıyla hane halkına yansımalarıyla genel bir toparlanma çabası devam etmektedir. ABD bu uygulamaya ilk başlayan (2009 senesinde) ve tek elden kararlı şekilde devam ettiren ekonomi olarak, diğerlerine kıyasla ön plana çıkmış gibi gözükmektedir. Ancak küresel ekonomi tek bir pastadır ve buradan alınacak pay ve dağılım, ABD’nin ticaret partnerleri olan AB ve Asya ekonomilerinin eş güdümlü olarak toparlanmasını gerektirmektedir. AB’de durum siyasi, demografik ve kültürel sebeplerden dolayı arzulananın gerisindedir. Asya’da ise Çin’in yeniden yapılanması ve Japonya'nın uzun yıllar süren resesyondan çıkmaya çalışması gibi, kendi aralarında tezat olan ekonomi politikalarının gel-gitleri sürmektedir.
2015 yılının Ocak ve Şubat aylarında küresel piyasalardaki hava yeniden, ABD’deki faiz artırım beklentilerine, Avro bölgesindeki gelişmelere ve Çin ekonomisiyle ilgili son duruma kilitlenmiş durumdadır. Senenin başlangıcı yine son yıllardakine benzer kötümser hava ağırlıklıdır. Bu kötümser hava, Aralık 2014’ten beri Türkiye Ekonomisi’ne de kur beklentileri üzerinden yansımış durumdadır. Ancak piyasalar, gelişmiş ekonomilerdeki merkez bankalarına öylesine bel bağlamış durumda ki, hisse senetleri her an yeni bir destek haberiyle yeniden yukarı yönlü bir hareket yapabilecek gibidir. Bu etki doğal olarak Türkiye piyasalarına da yansıyacaktır.
Gelelim ABD ve FED tarafındaki faiz artış beklentilerine. 2015 senesi için ABD tarafında herhangi bir faiz artışı beklemesek de, piyasa bu olasılığı zorlayacaktır. Son FED toplantısında Yellen ABD ekonomisiyle ilgili büyüme beklentilerini aşağı revize etti, ek olarak da enflasyon ve işsizlik beklentilerini de aşağı şekilde güncelledi. Bu hamleyle kendisine geniş bir manevra alanı yaratan FED başkanı, belirsizliğin tek belirlilik olduğu güncel piyasa dinamiğini bir sonraki toplantılara kadar bekle-gör politikası olarak özetleyebileceğimiz şekilde hazır tutmayı tercih etti. 2014 sonlarına doğru global denge teorimiz üzerine inşa ettiğimiz konjonktürel ve jeo-politik gelişmelerin eşgüdümlü hareketi gereği, Yellen'den daha yumuşak yaklaşım görmek 2015 senesi için faiz artırımına geçilmeme beklentimize destek oldu ve olmaya devam edecek şekilde gözüküyor. Bu hareket kur tarafında geçici dalgalanma yaratabilir. Ancak yukarıda bahsedilen genel durumdan dolayı, Mayıs ayına kadar TRY için nispeten daha pozitif olmakta fayda bulunmaktadır. Kısa vadeli 2.50 bölgesine USDTRY gevşemesini hâlâ olasılık dâhilinde değerlendirmekteyim.
Kur tarafındaki geçici optimist yaklaşımımızı destekleyecek ABD tarafındaki makro göstergelere baktığımızda ise, düşen enerji ve petrol fiyatları neticesinde çekirdek enflasyon yıllık olarak hâlâ %1,6 seviyesindedir ve %2’lik hedefin uzağında seyretmektedir. Enflasyon konusunda bir diğer faktör, talep tarafından gelen genel gelir seviyesindeki artışlardır. ABD ekonomisinin %70’inin tüketime bağlı olduğu göz önüne alınırsa, sabit gelirle yaşayan kesimin çalışılan saat başına sağladığı kazancın kritik bir önemde olduğu anlaşılır. ABD’de çalışılan saatler artıyor olsa da, kazanç tarafında %2’lik yıllık büyüme hâlâ enflasyonu yukarı itecek oranda gelişmemektedir. Verimliliğin ve üretkenliğin düşük olması, ileride bunun artış ihtimalinin olduğunu ve özel sektörün düşük verimliliğe karşı işe alımları artıracağını düşündürtse de, henüz bu trendi teyit edecek gelişmeler ortaya çıkmamıştır. Gelir tarafındaki gelişmeler çok da olumlu bir tablo göstermezken, işsizlik ile ilgili rakamlar düşüş göstermekte ve doğal limit olan %5-5,5’lara yaklaşmaktadır. Ancak iş gücüne katılım oranı hâlâ %62-63’lerdedir. Demografik görünüm ve iş alanlarına dağılım (yarı-zamanlı çalışmaya geçilmesi gibi), toplam üretim faktörlerindeki momentumun yavaşlaması gibi sebepler ABD toparlanması ve faiz artırımı adına soru işaretleri oluşturmaya devam etmektedir.
K.Dağhan Gökçe